ATATÜRK
Atatürk çoğu zaman başkalarının onun
hakkındaki sözleri ile anlatılmıştır. Tabii önemlidir bu ama ben bugün onu
başkalarının sözlerinin yanı sıra kendi sözleri ile de anlatmaya çalışacağım.
Bana kalırsa onu şu sözleri ile
anlatmaya başlamak doğru olur.
“Ben size manevi miras olarak hiçbir
ayet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim
manevi mirasım ilim ve akıldır. Zaman süratle ilerliyor, milletlerin,
cemiyetlerin, fertlerin saadet ve bedbahtlık telâkkileri bile değişiyor. Böyle
bir dünyada, asla değişmeyecek hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve ilmin
gelişimini inkâr etmek olur.” (ATATÜRK, 1933, Milli Eğitim Bakanı Dr.Reşit
Galip’e hitaben, İsmet Giritli, Kemalist Devrim ve İdeolojisi)
Ankara İleri Gelenleriyle Bir Konuşmadan bir bölüm, tarih 28
Aralık 1919:
Efendiler! Bir millet varlığı ve
hakları için bütün gücüyle, bütün maddî ve düşünce gücüyle ilgili
olmazsa, bir millet kendi gücüne dayanarak varlığını ve bağımsızlığını
sağlamazsa şunun bunun oyuncağı olmaktan kurtulamaz. Millî hayatımız, tarihimiz
ve son dönemde yönetim şeklimiz buna çok güzel kanıttır. Bu nedenle
teşkîlâtımızda Kuva-yı Milliye’nin etken ve Millî İradenin hakim olması ilkesi
kabul edilmiştir. Bugün bütün dünya milletleri yalnız bir hakimiyet
tanırlar: Millî Hakimiyet... Teşkîlâtın diğer ayrıntılarına bakacak olursak,
işe köyden ve mahalleden ve mahalle halkından yani, kişiden başlıyoruz. Kişiler
düşünce sahibi olmadıkça kütleler istenilen yöne, herkes tarafından iyi veya
kötü yönlere gönderilebilirler. Kendini kurtarabilmek için her kişinin
geleceğiyle kendisinin ilgilenmesi gerekir.
.....................................
Efendiler! Millî Teşkîlâtımızın bugün
sürdürdüğü amaç, vatan bölünmeden ve milletin esaretten kurtarılmasına
yöneliktir. İnşallah yakın zamanda millî teşkîlât bu amaca ulaşılmasında
yüklendiği vatanî görevini yapacaktır.
Fakat görevini tamamlamış sayılacak
mıdır? Bence bundan sonra da çok önemli vatanî ve millî görevimiz vardır.
Kısaca iç durumumuzu düzeltmek, medeni milletler arasında çalışan bir organ
olabileceğimizi işlerimizle göstermek gerekir. Bu amaçta başarılı olmak için
siyasal çalışmadan fazla sosyal çalışmaya ihtiyaç vardır. Millî Teşkîlâtımızın
böyle bir amaç için nasıl bir şekil alması gerektiğini şüphesiz milletimizin genel
istekleri belirleyecektir.
Ateşkesten Meclis’in Açılmasına Kadar Geçen Zaman İçinde
Yaşanan Siyasal Olaylar Hakkında 24 Nisan 1920 TBMM
..........Millî vicdanın yüce
irâdesine bağlı olarak milleti bağımsız, vatanımızı kurtulmuş görünceye kadar
çalışmak yeminiyle 16 Mayıs 1919 günü İstanbul’dan ayrıldım.
....... bizzat bulunmuş olduğum için Erzurum
Kongresinin o zamanki anlayışı hakkında yakından bilgi sahibiyim. Her halde
Osmanlı toplumunun tamamı millî bağımsızlığın elde edilmesi; özellikle saltanat
makamının korunması, mutlaka sağlam bir yönetim ve güvenilir bir kuvvete
bağlıdır. Bunlar ise ancak millî hâkimiyet esasına dayanan bir yönetim ve
kuvvettir. Erzurum Kongresi millî hududumuz içerisinde yaşayan Müslüman
olmayan unsurları da göz önüne almıştır.
Efendiler!
Müslüman olmayan unsurlar, azınlıklar
adı altında bütün dünyanın sözünü ettiği ve özellikle bizim memleketimizde
ilgisi oldukça büyük bir önemle göz önüne alınan bir meseledir. Elbette bu
meseleyi de gerçekçi düşünmek gerekir, o zaman da gerekliydi. Kongrenin
ortaya koyduğu eser Müslüman olmayan unsurlara da Müslüman olanlara
verilmiş olan hakları vermekten ibaret olacaktır. Bundan daha doğal bir kural
bulamam. Bununla aynı hudut içinde yaşayan insanlara aynı kanunî haklar
verilmiş oluyordu. Yine en önemli esaslardan birisi devletin iç ve dış
bağımsızlığı idi. Millet bağımsızlığından vazgeçmiyor ve geçmeyecek esası kabul
edilmişti. Ancak temel esası daima saklı ve saygıdeğer tanımak üzere
memleketimizin bayındırlığı, milletimizin zenginliği, fikrî düzeyimizin genel
durumu dikkatle gözlenince bütün dünyadaki gelişme ile bunu karşılaştırınca
itiraf etmek zorundayız ki biraz değil çok geriyiz. Demek istiyorum ki, bunu
gidermek için çok büyük kaynaklara, çok büyük araçlara kısacası her şeye
ihtiyacımız vardır. İşte bu ihtiyaçlarımızı milletin gelişme ve aydınlanması,
memleketin bayındırlığı için muhtaç olduğumuz her şeyi dışardan almak
konusunda elbette sağlıklı bir
olgunlukla hareket edecek, yani dış ilgi ve yardımı tamamen uygun göreceğiz.
Ancak arz ettiğim gibi, bağımsız kalmak sıfat ve yetkisini daima koruyarak hazırladığım
bir genelgeyle millete kesin sözümü verdim. İşte bu genelgenin son cümleleri
şu idi:
“Geçirdiğimiz şu ölüm kalım
günlerinde bütün milletçe her taraftaki istek ve coşku ile gerçekleşmesi
istenen millî bağımsızlığımız uğrunda bütün varlığımla çalıştığımı göstermek
isterim. Bu kutsal amaç uğrunda milletle beraber sonuna kadar çalışacağıma
kutsal bildiklerim adına söz veririm.”
Türk Milletini Oluşturan Müslüman Unsurlar (Ögeler)
Hakkında 1 Mayıs 1920
Efendiler, meselenin bir daha tekrarlanmaması
ricasiyle bir iki noktayı arz etmek isterim: Burada istenilen ve Yüce
Meclis’imizi oluşturan kişiler, yalnız Türk değildir, yalnız Çerkez değildir,
yalnız Kürt değildir, yalnız Lâz değildir. Fakat hepsinden oluşmuş İslâm
ögeleridir. Samimî bir topluluktur. Bundan dolayı, bu yüce heyetin temsil
ettiği, hukukunu, hayatını, şeref ve şanını kurtarmak için karar verdiğimiz
emeller, yalnız bir İslâm unsuruna ait değildir.
İslâmi unsurlardan oluşmuş bir kütleye
aittir. Bunun böyle olduğunu hepimiz biliriz. Hep kabul ettiğimiz esaslardan
birisi ve belki birincisi olan, sınır meselesi tâyin ve tespit edilirken, millî
sınırımız İskenderun’un güneyinden geçer, doğuya doğru uzanarak Musul’u,
Süleymaniye’yi, Kerkük’ü içine alır. İşte millî sınırımız budur dedik!
Halbuki Kerkük’ün kuzeyinde Türk olduğu gibi Kürt de vardır. Biz onları
ayırmadık. Bundan dolayı korunması ve savunmasıyla uğraştığınız millet doğal
olarak bir ögeden ibaret değildir. Çeşitli İslâmî ögelerden oluşmuştur. Bu
toplumu oluşturan her bir İslâm ögesi, bizim kardeşimiz ve çıkarları tamamiyle
ortak olan vatandaşımızdır ve yine kabul ettiğimiz esasların ilk satırlarında
bu çeşitli İslâmî unsurlar ki; vatandaştırlar, birbirine karşı, karşılıklı saygı
ile uyumludurlar ve birbirlerinin her türlü hukukuna, ırkî, sosyal, coğrafî
hukukuna daima uyumlu olduğunu tekrar ettik ve doğruladık ve hepimiz bugün
içtenlikle kabul ettik. Bundan dolayı çıkarlarımız ortaktır. Kurtarılmasına
karar verdiğimiz birlik, yalnız Türk, yalnız Çerkez değil hepsinden oluşmuş
bir İslâm ögesidir. Bunun böyle kabul edilmesini ve yanlış anlamaya meydan
verilmemesini rica ediyorum.
8 Temmuz 1920 TBMM
Efendiler, bir de Bolşeviklik âleminden
söz edildi. Yine diğer zamanlarda da söz edilmiştir ki, biz, Bolşevikleri
aramış ve bulmuşuzdur ve en son temasımız az çok maddî ve kesin bir şekle
girmiştir. Resmen Sovyet Cumhuriyeti’yle haberleşilmiştir. Pekâla cereyan eden
haberleşme içeriğini biliyorsunuz. Sovyet Cumhuriyeti bizim muhtaç olabileceğimiz
maddî desteğin hepsini vaadetmiştir. Silâh, top, para vaadetmiştir. Eğer
şimdiye kadar maddî olan bu desteklerden yararlanamamış isek o kabahat ne bizde
ve de Sovyet Cumhuriyeti’ndedir. Belki son günlerde Kafkasya’da gerçekleşen
yanlış anlamalar sonucudur. Bu yanlış anlamaların tamamiyle önüne geçilmek
üzeredir efendim.
İtilâf Devletleri Sovyet Rusya, Gürcistan ve Ermenistan ile
Olan İlişkiler Hakkında 3 Ocak 1921
Mustafa Kemal Paşa (Ankara)- Hüseyin
Avni Beye kısa bir cevap vermek istiyorum. Biz Rus Bolşevik Hükûmeti’nin bize
karşı olan duygularına güvenmek isteriz. Bu güvenimiz hayallere, zanlara ve
güzel sözlere aldanmaya bağlı değildir. Tamamen maddiyata dayanmaktadır. Fakat
bunun ne olacağını açıklamayacağım. Yalnız tekrar ediyorum ki söze değil,
maddîyata dayanıyorum. Onun için içtenliğine güveniriz. Komünizmin yayılması
sorununa gelince kendileri buyurdular ki, istense de istenmese de bu bir
mikroptur, girer. O halde çaresi yok demektir. Madem ki
maddî önlemlerle önüne geçmek imkânı olmayan bir bulaşmadır. Bu mutlaka
bulaşacaktır. Sanıyorum ki buna karşı önlem düşünmek meselesiyle söz konusu
olan siyasal konuları birbirinden ayırmak ve seçmek daha uygun olur. Yalnız
sadece bu noktaya temas etmek üzere arz edebilirim ki bu bulaşıcı ve
kaçınılmaz sanılan komünizme karşı çare vardır. Komünizmin prensiplerinin,
kurallarının memleketimizde ve milletimiz arasında uygulanabilirliğini kavramak
veyahut kavrayanlarımız aracılığıyla bütün memlekete ve bütün millete
anlatmaktır. Eğer bu gerçekler milletimizin çoğunluğu tarafından tamamiyle
anlaşılmış olursa, ya yeteneğimiz vardır yaparız veyahut uygulama yeteneği
yoktur, anlarız, korkarız, yapmayız. Ancak bu gerçeğe karşı da uygulama
yeteneği olmadığına göre ve hatta uygulamaya kalkanlara karşı hükûmet, her
türlü araçları kullanmada kendisini tamamen haklı görür. Bu nedenle geçmiş
ifadelere dair bir konuyu arz etmek istiyorum. Memleketimizde bildiğiniz gibi
Komünist Fırkası kurulmuş, diğeri Halk
İştirakiyun Fırkası adı altında yine
komünist fırkasıdır. Türkiye Komünist Fırkası’nın kuruluş şeklinden açık
olarak bilgim vardır, bu fırkayı kimlerin ve ne gibi amaçla kurduklarından
haberim var. Amaçlarının tamamiyle vatanın yüksek çıkarları ile ilgili
olduğuna ve şahıslarının en değerli, en namuslu ve en vatansever
arkadaşlarımızdan bulunduğuna tamamen inancım vardır.
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Kuruluş Gününe Ait
Anılar 22 Nisan 1921 Hakimiyeti Milliye
Gazetesi.
..........Hürriyet ve bağımsızlık
benim karakterimdir. Ben milletimin ve büyük atalarımın en değerli mirasından
olan bağımsızlık aşkı ile büyülenmiş bir insanım. Çocukluğumdan bugüne kadar
aile, özel ve resmî yaşamımın her aşamasını yakından tanıyanlar tarafından bu aşkım
bilinir. Bence bir millette haysiyetin, gururun, namusun ve insanlığın oluşması
ve devam etmesi, kesin olarak o milletin özgürlüğüne ve bağımsızlığına sahip
olmasıyla mümkündür.
Ben kendi adıma, bu saydığım
özelliklere çok önem veririm ve bu özelliklerin bende olduğunu iddia edebilmem
için, milletimin de aynı özelliklere sahip olmasını gerekli görüyorum. Ben,
yaşayabilmek için, mutlaka, bağımsız bir milletin çocuğu kalmalıyım. Bu nedenle
millî bağımsızlık bence bir hayatî meseledir. Millet ve ülkenin çıkarları
gerektirdiğinde, insanlığı oluşturan milletlerden her biriyle medeniyet
gereklerinden biri olan, dostluk ve politik ilişkilerini büyük bir incelikle
kabul ederim. Ancak benim milletimi tutsak etmek isteyen herhangi bir milletin
de, bu amacından vaz geçene dek amansız düşmanıyım.
Eğitim Kongresini Açarken 16 Temmuz 1921
.......Gerçi bugün maddî manevi güç
kaynaklarımızı, millî sınırlarımız içindeki memleketlerimizde işgâlci bulunan
düşmanlara karşı kullanmak zorundayız. Memleket kültürü için ayrılabilen
şey, gelecekteki eğitimimize dayanak olacak bir temel kurmaya yeterli değildir.
Ancak yeterli şartlar ve araçlara sahip oluncaya kadar geçecek savaş
günlerinde bile dikkatlice hazırlanmış bir millî eğitim programı oluşturmaya
ve var olan eğitim teşkîlâtımızı bugünden daha yararlı bir faaliyetle
çalıştıracak ilkeleri hazırlamaya zaman ayırmalı ve çalışmalıyız.
Şimdiye kadar sürdürülen eğitim
yöntemlerinin milletimizin tarihi geriliğinde en önemli bir etken olduğu
inancındayım. Onun için bir millî terbiye programından söz ederken eski devrin
saçma sapan ve yaratılış özelliklerimizle hiç de ilişkisi olmayan yabancı
düşüncelerden, doğudan ve batıdan gelebilen etkilerden bütünüyle uzak,
millî ve tarihî karakterimize uyan bir kültürden söz ediyorum. Çünkü millî
dehamızın tam olarak gelişerek ortaya çıkması ancak böyle bir kültür ile
sağlanabilir. Gelişi güzel izlenecek bir yabancı kültür şimdiye kadar
izlenen yabancı kültürlerin yıkıcı sonuçlarını tekrar ettirebilir. Kültür
(Harâset-i Fikriyye) zeminle uygundur. O zemin (yer) milletin karakteridir.....
.........Gelecek için hazırlanan vatan
çocuklarına, hiçbir zorluk karşısında baş eğmeyerek sabırla çalışmalarını ve
eğitimdeki çocuklarımızın ana babalarına da yavrularının eğitimlerini
tamamlamak için her fedakârlığa katlanmaktan çekinmemelerini öneririm. Büyük
tehlikeler karşısında uyanan milletlerin ne kadar kararlı oldukları tarihçe
ispat edilmiştir. Silâhıyla olduğu gibi beyniyle de mücadele etmek zorunda
olan milletimizin, birincisinde gösterdiği gücü ikincisinde de göstereceğine
asla şüphem yoktur. Milletimizin temiz karakteri yetenek ile doludur. Ancak bu
doğal yeteneği ortaya çıkarabilecek yöntemlerle donatılmış vatandaşlar
gereklidir. Bu görev de sizlere düşüyor. Millî hükûmetimizin ciddiyet ve
içtenlikle istediği derecede Türkiye kadın ve erkek öğretmenlerinin hayat ve
refahını henüz sağlayamamakta olduğunu biliyorum; fakat milletimizi
yetiştirmek gibi kutsal bir görevi üzerine alan yüce heyetinizin bugünün
durumunu dikkate alacağından ve her zorluğu yenerek bu yolda gayet sabırla
yürüyeceğinden şüphem yoktur. Göreviniz çok önemli ve hayatidir. Bunda
başarılı olmanızı Yüce Allah’tan dilerim.....
Türkiye Türklerindir Ağustos 1921 Associated Press
Muhabirine demeç:
Associated Press’in Ankara’da bulunan
muhabiri aşağıda olduğu gibi iletiyor: “Yıllarca savaşmak zorunda olsak bile
Yunanlıları, Anadolu’dan çıkarmaya kesin olarak karar verdik.”
Ankara ovasına hâkim Çangal köyü
dolayındaki yazlıkta beni kabul eden Mustafa Kemal Paşanın ilk sözleri bunlar
oldu. Kendisi;
“Türkiye Türklerindir, diye ekledi,
işte milletseverlerin ilkesi budur. Biz, haklarımızın savunulması için savaşı
sürdürmeye karar verdik.
“ Bizim savaş çözümlerimiz açık bir
biçimde bellidir. Trakya’ya gelince: Doğu Trakya art bölgemizin ayrılmaz bir
bölümünü oluşturmakta ve Türk çoğunluğuna sahip bulunmaktadır.
Trakya’nın diğer bölümleri için biz,
seve seve halkoylamasına başvurulmasını kabul edeceğiz. İstanbul bizimdir. Ancak
Boğazlar ve Marmara Denizi için başkentin güvenliği sağlanmak şartıyla bir
çözüm yolu kabul etmeye hazır bulunmaktayız(Birkaç satır atlanmıştır)
Her zamandan daha çok inanıyorum ki
savaş pahalı bir iştir. Savaşın sürüklediği sıkıntı ve korkudan üzüntülüyüm.
Ancak savaşsız elimizdeki silâhları bıraktığımız zaman; nasıl bütünüyle
paramparça olacağımızı da biliyorum. Eğer bizi rahat bırakırlarsa millî
hareketimizle Türkiye’nin gelişimine çalışacağız.
Biz birleştik. Hükûmeti devirmeye
çalışacak Enver yanlısı bir partinin var olduğu doğrudeğildir. Bolşeviklerle
ilişkimize gelince, biz onlarla bir dostluk antlaşması yaptık. Başlıca
şartlardan biri şu ki Ruslar ülkemizde propaganda ve kışkırtmalar
yapmayacaklar, çünkü Sovyet sistemiyle bizim sistemimiz arasında köklü
ayrılık vardır.
Vakit: 2.9.1921
3 Ocak 1922 Rus Heyeti onuruna verilen yemekte yaptığı
konuşmadan.
Efendiler,
Geleceğini, kendini zincire bağlatan
kişilere bırakan milletler, o kişilerin keyif ve
isteklerine oyuncak olmağa karar vermiş,
kabul etmiş sayılırlar. Bu türlü milletler, talihlerini ellerine bıraktıkları
insanlar başarılı oldukça o insanların daha kuvvetli istibdadı baskısı altında
kalırlar. Başarılı olmazlarsa felâket, yok olma yalnız o insanlara değil,
onlara bağlı olan topluma gelir. O halde her iki ihtimalde de böyle bir millet
felâkete uğramaya mahkûmdur.....
Mustafa Kemal Atatürk’ün Yaşamına Dair Anılar- (kendi anlattıkları)
Ocak 1922
- Çocukluğuma ilişkin ilk hatırladığım
şey, okula gitmek meselesiyle ilgilidir. Bundan dolayı annemle babam arasında
aşırı bir mücadele vardı. Annem ilâhîlerle okula başlamamı ve mahalle okuluna
gitmemi istiyordu. Gümrük Dairesinde memur olan babam o zaman yeni açılan
Şemsi Efendi Okulu’na devam etmem ve yeni yöntem üzerine okumamdan yanaydı.
Sonunda babam işi ustaca bir biçimde çözümledi. Öncelikle alışılmış törenle
mahalle okuluna başladım. Böylece annemin gönlü yapılmış oldu. Birkaç gün
sonra da mahalle okulundan çıktım. Şemsi Efendi Okulu’na yazıldım. Az zaman
sonra babam öldü. Annemle birlikte dayımın yanına yerleştik. Dayım köy hayatı
yaşıyordu. Ben de bu hayata karıştım. Bana görevler veriyor, ben de bunları
yapıyordum. Başlıca görev tarla bekçiliği idi. Kardeşimle birlikte bakla
tarlasının ortasındaki bir kulübede oturduğumuz ve kargaları
kovmakla uğraştığımızı unutamam. Çiftlik hayatını öteki işlerine de
karışıyordum. Böylece biraz vakit geçince annem, okulsuz kaldığım için
kaygılanmaya başladı.
Sonunda Selânik’te bulunan teyzemin
evine gitmeme ve okula devam etmeme karar verildi: Selânik’te liseye yazıldım. Okulda
Kaymak Hafız isminde bir öğretmen vardı.
Bir gün sınıfımızda ders verirken
başka bir çocukla kavga ettim. Çok gürültü oldu. Öğretmen beni yakaladı. Çok
dövdü. Bütün bedenim kan içinde kaldı. Büyükannem zaten okulda okumama
karşıydı, hemen okuldan çıkardı.
Yakınımızda Binbaşı Kadri Bey isminde
bir kişi oturuyordu. Oğlu Ahmet Bey askerî ortaokula devam ediyor ve okul
giysisi giyiyordu. Onu gördükçe ben de böyle giysi giymeye hevesleniyordum.
Sonra sokaklarda subaylar görüyordum. Bu aşamaya ulaşmak için izlenmesi
gereken yolun askerî ortaokula girmek olduğunu anlıyordum. O sırada annem
Selânik’e gelmişti. Askerî ortaokula girmek istediğimi söyledim. Annem askerlikten
çekiniyordu. Asker olmama zorla engel olmaya çalışıyordu. Kabul sınavı zamanı
ona sezdirmeden kendi kendime askerî ortaokula giderek sınav verdim. Böylece
anneme karşı oldu bitti olmuş oldu. Ortaokul’da en çok matematiğe ilgi duydum. Az
zamanda bize bu dersi veren öğretmen kadar, belki de daha çok bilgi sahibi
oldum. Derslerin üstünde işlerle ilgileniyordum. Yazılı sorular yazıyordum,
matematik öğretmeni de yazılı olarak cevap veriyordu. Öğretmenimin ismi Mustafa
idi. Bir gün bana dedi ki; “Oğlum, senin de ismin Mustafa benim de. Bu böyle
olmayacak. Arada bir fark bulunmalı, bundan sonra adın Mustafa Kemal olsun! O
zamandan beri adım gerçekten Mustafa Kemal kaldı. Öğretmen sert bir adamdı. Sınıfta
birinci, ikinci tanımıyordu. Bir gün bize: “Aranızda kimler kendine
güveniyorsa kalksınlar onları çalıştırma danışmanı yapacağım” dedi, öncelikle
duraksadım. Ayağa öyleleri kalktı ki ben kalkmamayı yeğledim. Bunlardan birinin
danışmanlığı altına girdim. Görüşmenin sonunda dayanma gücüm son noktaya
geldi.
Ayağa kalkarak; “Ben bundan iyi yaparım
dedim. Bunun üzerine öğretmen beni çalıştırma danışmanı yaptı, eski danışmanı
benim danışmanlığım altına verdi.
Askerî ortaokulu bitirdiğim zaman
merakım oldukça ileri gitmişti. Manastır Askerî Lisesi’nde matematik pek kolay
geldi. Bununla uğraşmayı sürdürdüm. Ancak Fransızca’da geri idim. Öğretmen
benimle çok uğraşmıyor, acı uyarılarda bulunuyordu. Bu uyarılar benim çok
gücüme gitti. İlk ev izni zamanında çözüm aradım. İki, üç ay gizlice
Frerler Okulu’nun özel sınıfına devam ettim. Böylece okul derslerine oranla
fazla derecede Fransızca öğrendim. O zamana kadar edebiyatla çok ilişkim yoktu,
Merhum Ömer Naci, Bursa Lisesi’nden kovulmuş, bizim sınıfa gelmişti. Daha o
zaman şairdi. Benden okuyacak kitap istedi. Bütün kitaplarımı gösterdim. Hiçbirini
beğenmedi. Bir arkadaşın kitaplarımdan hiçbirini beğenmemesi gücüme gitti.
Şiir ve edebiyat diye bir şey olduğunu o zaman öğrendim. Ona çalışmaya
başladım. Şiir bana cazip göründü. Ancak yazı (kompozisyon) öğretmeni diye
yeni gelen bir kişi, bana şiirle uğraşmayı yasakladı. “Bu meşgale biçimi seni
askerlikten uzaklaştırır” dedi. Bununla birlikte güzel yazı yazma isteği bende
kalıcı oldu. Lisede iken dirençle çalışıyorduk. Sınıfta birinci, ikinci olmak
için hepimizde güçlü bir gayret vardı. Sonunda liseyi bitirdim. Harp Okulu’na
geçtim. Burada da matematiğe ilgim devam ediyordu. Birinci sınıfta temiz
gençlik düşlerine tutuldum. Dersleri aksattım. Yılın nasıl geçtiğinin hiç
farkında olmadım. Ancak dersler kesilince kitaplara sarıldım. İkinci sınıfa
geçtikten sonra askerlik derslerine ilgi duydum. Şiir yazmaya ilişkin lise öğretmeninin
koyduğu yasağı unutmuyordum. Ancak güzel söylemek ve yazmak isteği kalıcı idi.
Ders aralarında kompozisyon alıştırmaları yapıyorduk. Saati elimize alıyor “Bu
kadar dakika sen, bu kadar dakika ben söyleyeceğim” diye yarışma ve tartışmalar
düzenliyorduk.
Harp Okulu yıllarında siyaset
düşünceleri baş gösterdi. Duruma ilişkin henüz etkili bir düşünce
oluşturamıyorduk. Sultan Hamit Dönemi idi. Namık Kemal Beyin kitaplarını okuyorduk.
Kovuşturma sıkı idi. Çoğunlukla ancak koğuşta yattıktan sonra okuma imkânı buluyorduk.
Bu gibi yurtsevercesine eserleri okuyanlara karşı kovuşturma yapılması, işlerin
içinde bir kötülük bulunduğunu sezdiriyordu, Ancak bunun iç yüzü gözlerimiz
önünde bütünüyle netleşmiyordu.
Kurmay sınıflarına geçtik. Alışılmış
derslere çok iyi çalışıyordum. Bunların üstünde olarak bende ve bazı
arkadaşlarda yeni düşünceler açığa çıktı. Ülkenin yönetiminde ve siyasetinde
bozukluklar olduğunu keşfetmeye başladık.
Binlerce kişiden oluşan Harp Okulu
öğrencisine bu keşfimizi anlatmak isteğine kapıldık. Okulun öğrencileri
arasında okunmak üzere okulda el yazısıyla gazete kurduk. Sınıf içinde küçük
teşkilatımız vardı. Ben Yönetim Kurulu’nda idim. Gazetenin yazılarını çoğunlukla
ben yazıyordum. O zaman okullar müfettişi İsmail Paşa vardı. Bu işlerimizi
keşfetmiş, izlettiriyormuş. Okulun müdürü Rıza Paşa isminde bir kişiydi. Bu
kişinin, padişah katında İsmail Paşa tarafından yanlışı ortaya çıkarılmış; “Okulda
böyle öğrenci var. Ya farkında olmuyor ya görmezden geliyor” denilmiş. Rıza Paşa
konumunu korumak için inkâr etmiş.
Bir gün, gazetenin gereken
yazılarından birini yazmakla uğraşıyorduk. Veteriner dersliklerinden birine girmiş, kapıyı
kapamıştık, kapı arkasında birkaç nöbetçi duruyordu. Rıza Paşaya haber
vermişler, sınıfı bastı. Yazılar masa üzerinde ve ön tarafta duruyordu. Görmemezlikten
geldi. Ancak dersten başka şeylerle uğraşmak nedeniyle tutuklanmamızı buyurdu.
Çıkarken: “Yalnız izinsizlikle yetinebilir” dedi. Sonra hiçbir ceza
uygulamasına gerek olmadığını söylemiş. Böyle davranmasında kendine yüklenen
eksikliği ortaya çıkarmak çabasının etkisi olmakla beraber iyi niyet de inkâr
edilemezdi.
Kurmay Subaylar Grubu sınıflarının
sonuna kadar bu işlere devam ettik. Yüzbaşı olarak okuldan çıktıktan sonra
İstanbul’da geçireceğimiz süre içinde bu işlerle daha iyi uğraşmak için bir
arkadaş adına bir apartman tuttuk. Ara sıra orada toplanıyorduk. Bu
hareketlerimizin hepsi izleniyordu ve biliniyordu. Bu sırada Fethi Bey adına
eski arkadaşlardan subay iken askerlikten uzaklaştırılmış bir kişi karşımıza çıktı. Kendisinin
yoksulluğundan, yardıma ihtiyacı olduğundan, yatacak yeri bulunmadığından söz
ederek bize sığındı. Biz de bu kişiyi sahip olduğumuz apartmanda yatırmaya ve
kendisine yardım etmeye karar verdik.
İki gün sonra kendisinin isteği
üzerine bir yerde görüşecektik. Gittiğim zaman yanında Saray’a mensub bir de
yâver gördüm. Apartmanda yatan İsmail Hakkı Bey adında bir kişi vardı, anında
götürmüşler. Bir gün sonra da bizi tutukladılar. Fethi Bey oysa ki İsmail Paşanın
gizli polisi imiş. Bir süre hücre hapsinde kaldım. Sonra Saray’a
götürdüler. Sorgulandım. İsmail Paşa, Başkâtip, bir de sakallı bir adam hazır
bulunuyordu. Sorgudan anladık ki gazete çıkardığımızdan, teşkilât
kurduğumuzdan, apartmanda çalıştığımızdan özet olarak, bütün bu işlerden
dolayı zan altında olmak, şüphelenilmek... Daha önceki arkadaşlar yaptıklarını kabul etmişler, birkaç ay
böyle tutuklu kaldıktan sonra bıraktılar.
Birkaç gün sonra Kurmay Subaylar Grubu
Dairesi’ne tüm kurmay subay arkadaşları çağırdılar. Eşit olarak Edirne ve
Selânik’te yani o zamanki İkinci ve Üçüncü Ordulara gönderilmemiz
kararlaştırılmıştı. Kur’a çekileceğini, ancak aramızda anlaşırsak kur’aya gerek
kalmayacağını söylediler. Ben arkadaşlara işaret ettim. Biraz konuştuk.
Gerçekten ufak bir anlaşma sonunda İkinci ve Üçüncü Ordulara gidecekleri
ayırdık. Bu davranış biçimini aramızda teşkilâtlar bulunduğuna delil diye
telakki ettiler. Beni Suriye’ye sürdüler. Şam’da bir atlı asker kıtasına staj
yapmaya görevlendirilmiştim. O sıralarda Dürzülerle bazı meseleler vardı.
Dürzüler üzerine askerî birlikler gönderiliyordu. Ben de bu arada gittim.
Dört ay orada kaldım. “Hürriyet Cemiyeti” adında bir dernek kurduk. Bunu
genişletmek için aldığımız önlemler arasında benim çeşitli asker sınıflarında
staj yapmak bahanesiyle Beyrut, Yafa ve Kudüs’e gitmem vardı.
Böylece hareket ettim. İsimlerini
saydığım yerlerde teşkilat yapıldı. Yafa’da daha fazlaca kaldım. Oradaki
teşkilât daha güçlü oldu. Ancak Suriye’de istediğim derecede işi oluşturmak
imkânsız görünüyordu. Bende işin Makedonya’da daha seri gideceği kanısı
vardı. Oraya gitmek için çözüm düşünmekteydim. Sürgüne ilişkin hakkımda
çıkan buyrukta; “Kolay araçlarla memleketine gidemeyecek bir yere gönderilmesi”
şartı vardı. Bu yüzden Makedonya’ya gitmek güçtü. O sırada bir yanlışlık
ürünü olduğuna kuşku olmayan bir izin belgesi elimize geçti. Buna yanlışlık
denebilir. Ancak bu yanlışlık şurada burada çalışan komite ileri gelenlerinin
çalışması sonucu olarak ortaya çıkarılmıştı. Bu belgeye göre izinli olarak
İzmir’e gidebilecektim, işin içinde bir yanlışlık olduğunun ortaya çıkacağını
anlıyordum. Ancak o sırada Selânik’te Topçu Müfettişi bulunan Şükrü Paşanın
oldukça yurtsever bir kişi olduğunu anlatıyorlardı. Kendisine bir mektup
yazdım. Kendimi ve amacımı az çok açıkça anlattım. Bu amaçların seri biçimde
yapılması Makedonya’ya gitmeme bağlıydı. Kendi nitelikleri hakkında duyduğum
şeyler doğru ise yol göstermesini istedim. Doğrudan doğruya cevap vermedi.
Ancak ne şekilde olursa olsun kendiliğinden Selânik’e gidersem işi
sağlamlaştıracağını dolaylı olarak bildirdi. Belgeyi cebimize koyduk.
Makedonya’ya gitmek üzere hareket ettim. Ancak hareketin ardından meselenin
ortaya çıkması ihtimaline karşı izimizi kaybettirmek için öncelikle Mısır’a,
sonra Yunanistan’a gittim. Ola ki bir bilgi olursa oralardan geçerken Yafa’dan
bildireceklerdi. Hiçbir şey yazmadılar. Kılık değiştirerek Selânik’e girdim.
Bir gece, Şükrü Paşayı gördüm. Benimle temas kurmaktan korkuyordu. Ben
önemli bir dayanak noktası bulmaksızın dört ay kadar Selânik’te kaldım. Bu sırada
okul müdürü Tahir Bey, Hoca İsmail Efendi, Ömer Naci, Hüsrev Sami, Hakkı
Baha gibi arkadaşlara amaçlarımı anlattım. Hürriyet Cemiyeti’nin bir
şubesinikurdum.
Selânik’te bulunduğumu İstanbul haber
alarak kovuşturmaya başladı. Oradan yeniden kılık değiştirerek Yafa’ya geldim.
O zaman bir Akabe meselesi vardı. Kendimi anında sınıra görevlendirdim.
Arandığım zaman sınır üzerinde hazır bulundum. Toplam iki buçuk, üç yıl
Suriye’de kalmıştım. Bu süre içinde her şey unutulmuştu. Makedonya’ya aktarılmak
için resmen başvurdum. Amacıma sonunda ulaştım. Selânik’e geldiğimde bizim
Hürriyet Cemiyeti’nin Terakkî ve İttihat adını aldığını duydum. Doktor Nazım
Bey Paris’ten Selânik’e gelmiş. “Terakkî ve İttihat Derneği’nin tarihteyeri
var. O ad altında çalışırsa daha iyi etki eder” diye arkadaşları inandırmış.
Dernek o isim altında çalışmayı sürdürdü. Resmî görevim, kurmay subaylar
grubunda mareşallik emrinde idi. Ben bu durumda iken 1908 yılı geldi ve
Meşrutiyet ilân edildi. Meşrutiyet’ten sonra tüm kişiler ortaya çıktı. O
zamana kadar temiz ve güzel çalışıyorduk. Ben herkesi böyle biliyordum. Şahsî
gösterileri çirkin buldum. Bazı arkadaşların davranışlarının eleştirilmesinin
gerektiğini gördüm. Eleştirmekten çekinmedim.
Bu kötülükleri bir yana atmak için
ilk düşündüğüm önlem, ordunun siyasetten çekilmesi teorisiydi. Bunu öteki
arkadaşlar uygun görmüyorlardı. Sonunda 31 Mart Olayı oldu. Bu olay üzerine
Makedonya’dan giden bölüğün ve ilk dönemde Edirne’den bunlara katılan
güçlerin Kurmay Başkanı olarak İstanbul’a gittim. Başlangıçta komutan Hüsnü
Paşa idi. “Hareket Ordusu” ismini ben buldum. O zaman bunun anlamını kimse
anlamamıştı. Mesele şundan ibaretti: İstanbul’a seslenen bir bildirge yazmak
gerekti. Bunu ben yazdım. Sonra elçilere seslenerek ikinci bir bildirge yazdık.
Buna ne imza konması gerektiğini düşündük. Bazı arkadaşlar “Hürriyet
Ordusu” dediler. Oysa ki tüm ordu Hürriyet Ordusu durumunda idi. Hareket
hâlinde olan orduların durumunu göstermek için “Hürriyet Ordusunun operasyon güçleri”
denildi. Ben “Operasyon” sözcüğünün Türkçe’ye çevirisini düşünerek
“Hareket Ordusu” deyimini kullandım.
31 Mart meselesi çözümlenince yeniden
Selânik’e döndüm. Ordunun dernekten ayrılması ve siyasetle uğraşmaması
görüşünü bu kere daha güçlü ileri sürmeye başladım. Meşrutiyetin
ilânından sonra teşkilât kurmak için Trablusgarb’a gönderilmiştim. Her defa orada
İttihat ve Terakkî Kongresi’ne delege seçiliyor, ancak gitmiyorduk. Bir kere
yalnız bu amacı anlatmak için gittim. Amacımı kabul ettirdim. Ancak
muvaffakiyet yalnız kongrenin teorik yargısı olarak kaldı, uygulanmadı. İttihat
ve Terakkî’nin bazı kişileri ile aramızda Meşrutiyet’ten sonra başlayan aykırı
düşünceler son derece güçlendi ve tam bu ana dek sürdü.
Bundan sonra yeni ordu teşkilatı
yapıldı. İzzet Paşa Kurmay Başkanı oldu. Ben bu teşkilatta Selânik Kolordusu
Kurmayına küçük rütbede bir subay olarak katıldım. Henüz kolağası
rütbesinde idim. Ordunun talim ve terbiyesiyle uğraşıyordum. Bundan dolayı
sözlü ve yazılı birçok eleştiriler yapmak mecburiyeti ortaya çıkıyordu. Bu
eleştirmeler özellikle eski komutanları incitiyordu. Bunun, benim tecrübeli
olmaktan çok teorisyen olduğumdan ileri geldiği düşüncesine kapılıp ceza
olarak beni 38.Piyade Alayı’na komutan yaptılar. Bu görevlendirme kızgınlık
yüzünden gerçekleşmedi. Alay Komutanlığını yerine getirdiğim sırada
Selânik’te bulunan tüm garnizon birlikleri, alayın uygulamalarına
kendiliklerinden katılmaya başladılar. Verilen konferanslara öteki subayların
katılımı görüldü. O zaman Selânik’te bu çalışmalardan kuşkulandılar. Beni
Mahmut Şevket Paşa aracılığıyla İstanbul’a çağırdılar. Genelkurmay’da bir
göreve atadılar.
Selânik’te bulunduğum sırada Arnavutluk
harekâtıyla uğraşmıştım. Öncelikle Şevket Turgut Paşa görevli iken, Mahmut
Şevket Paşa kendisi Arnavutluk harekâtını ele almıştı. Beni de Kurmay Başkanı
diye birlikte götürdü.
İstanbul’a çağrıldığım zaman İtalyanlar
Trablusgarp’a saldırdılar. Ben de isim ve kılık değiştirerek bazı arkadaşlarla
birlikte Mısır’a, oradan Bingazi dolaylarına gittim. Bir yıl kadar süren savaş
sırasında Bingazi kuvvetleri komutanlığında bulundum. Asıl memlekette de Balkan
Savaşı başlamıştı. Bulgar ordusu Çatalca çizgisine ve Bolayır’ın kuzeyine
geldiği bir sırada İstanbul’a döndüm.
Bu yılın sonunda Genel Savaş ilân
olundu. Olagelen başvuru ve isteğim üzerine Tekirdağ’ında şu çok yakın zamanda
kurulan 19.Tümen’e komutan oldum. Arıburnu’nda, Anafartalar’da bulundum.
İngilizler çekilip gittikten sonra bir ay Edirne’de 16. Kolordu ile kaldım.
Sonra Kolordu Komutanı olarak Diyarbakır ve çevresine gittim. Orada yaptığımız önemli
savaşlardan biri, Bitlis ve Muş’un Ruslar’dan geri alınmasıdır.
Savaşın son aşamasında bazı
düşüncelerim kabul edilmeyince komutayı da geri çevirerek İstanbul’a döndüm.
O sıralarda idi. Veliaht ile birlikte Alman genel karargâhına gittik ve Alman
batı cephesinin bazı bölümlerini gördük. Bu gözlemimden, Hindenburg ve
Ludendorf ile görüşmelerimden sonra geçmiş isteklerimdeki yerindeliğe daha çok
inandım. O zaman oluşturduğum son fikir, Genel Savaş’a girildiği ilk anda
söylemiş olduğum düşüncenin aynı olarak belirdi.
Bu geziden hasta olarak İstanbul’a
geldim. İstanbul’da bir iki ay tedavi gördükten sonra, tedavi amacıyla
Viyana’ya gittim. Orada Sanatoryum’da bir ay yattım. Bir süre de Karlsbat’da kaldım.
Diğer yandan Sina cephesinde, benim önceden raporlarda açıkladığım kötülükler
aynen vaki oldu! Bunun üzerine Falkenhayn Almanya’ya çağrıldı, yerine Liman
Von Sanders görevlendirildi. Birkaç gün sonra iki Alman generalinin yanında
padişah katına çağrıldım. Amacın, beni yeniden Yedinci Orduya göndermek
olduğunu öğrenmiş bulunduğum için yalnızca kabul edilmek istediğimi gösterdim.
İlk çağrı biçiminde ısrar edildi ve bana Yedinci Ordu’ya komutan atandığımdan
söz edilerek görev yerime yapacağım işlere ilişkin emir verildi. Bu emir, bana
verilen görev ve yetkiyle yerine getirilemezdi. Ancak bunu anlatmaya da imkân
yoktu. Sonuç olarak önceden çekildiğim Yedinci Ordu Komutanlığı’na yeniden başlamak
üzere Nablus’a gittim. Aynı sıralarda mütareke yapılmıştı. Daha Halep’te iken
hemen kabineyi (Hükümet) değiştirmek ve yerine isimlerini açıkça söylediğim
kişilerden oluşan bir kabine geçirmek gereğini ve aynı zamanda benim İstanbul’a
çağrılmamın yararlı olacağını açıktan açığa İstanbul’a bildirmiştim. Gerçi
kabine kuruldu, ancak benim İstanbul’a çağrılmama gerek görülmedi, sonunda bu
kabine de düştükten sonra İstanbul’a gittim. İstanbul’a ulaştığımda benim
gözümde durum şu idi, Mebuslar Meclisi nasıl davranılacağında kararsız idi. Yeni
görevlerinden düşmüş kişilerle ve milletvekilleriyle ayrı ayrı görüştüm. O
zaman düşündüğüm şey, her çevreyi rahatlatarak ülkeyi savunmak için
güçlü bir durumun ortaya çıkarılabileceği merkezinde idi. Ancak bu düşünce
üzerinde gereği kadar çalışmaya zaman kalmadan Meclis’in dağıtılmasına şahit
olduk. İstanbul’un haysiyetli kişilerince türlü isimler altında programlar ve
partiler kurularak kurtuluş yolları aranmakta idi. Bunların her birini ayrı
ayrı araştırdım. Hiçbiri bir kurtuluş gücüne dayanmıyordu. Bundan dolayı
hiçbiriyle işbirliğinden bir sonuç beklemedim. Onaylama gücünün doğrudan
doğruya millet olacağı görüşü bende çok güçlüydü. İstanbul’da oluşan
durumlardan, yapılan girişimlerden, özellikle durumun güçlüğü ve acıklılığından
milletin haberi yoktu. İstanbul’da oturup milleti bilgilendirmek imkânı da kalmamıştı.
Bundan dolayı yapılacak şeyin İstanbul’dan çıkıp milletin içine girmek ve orda çalışmak
olduğuna karar verdim. Bunun yapılış biçimini düşündüğüm ve bazı
arkadaşlarla görüştüğüm sıradaydı ki; hükûmet beni Ordu Müfettişi olarak
Anadolu’ya göndermeyi önerdi.
Bu öneriyi hemen seve seve kabul ettim
ve tam Yunanlıların İzmir’e girdiği gün idi ki İstanbul’dan ayrıldım. Benim
düşündüğüm şu idi: Her tarafta türlü isimler altında birtakım
teşekküller başlamıştı. Bunları aynı program ve aynı isim altında
birleştirerek bütün milleti ilgilendirmek ve tüm orduyu da bu amaç için
çalıştırmak lazımdı. Anadolu’ya girdiğim zaman; daha Ordu Müfettişi sıfatı ve
yetkisi üzerimde iken bu noktadan işe başladım ve bu amaç az zamanda oluştu. İzlediğim
çalışma biçimi İstanbul’ca bilinince beni İstanbul’a çağırmak istediler. Gitmedim.
Sonuç olarak istifa ettim. Milletin bir bireyi olarak Erzurum Kongresi’ne
katıldım. Erzurum Kongresi’nde belirlenen esasları tüm ülkeye yaymak amacıyla
Sivas’ta da bir kongre yapıldı. Bu kongrelerin oluşturduğu Temsilciler Kurulu
adındaki heyetle kongrelerin kararlarını uyguladık.
Milletvekillerinin yeniden seçilmesi,
Meclis’in İstanbul’da açılması sağlanmışsa da Meclis’in işgale uğraması
üzerine Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni oluşturmaya girişilmiş ve böylece
23 Nisan tarihinde bu Meclis toplanıp işe başlamıştı. Teşkîlât-ı Esâsiye
(Anayasa) Kanununda bulunup adı geçen kanunun özünü anlatan ve ilk projede
anılan ilkelerin kökenine gelince; gerçekte öteden beri millî egemenliğin en
iyi temsili imkânı olacağına ilişkin teorik olarak bazı araştırmalar ve teorik
incelemelerden benim çıkarabildiğim sonuç şu idi: Millî egemenliğin tümüyle ortaya
çıkması, bunun gerçek sahibi olan tüm insanların bir araya gelip bunu
gerçekten kullanmasıyla mümkündür. Ancak tüm Türkiye halkının
toplanmasıyla bu amacın gerçekleştirilmesine uygulanabilir bir çözüm olsa bunların
yetki sahibi vekillerinin bir araya gelip bu işi yapması olabilirdi. Millî
hakimiyetimizin bir kişi, ya da sınırlı kişilerden oluşan bir kurul tarafından
temsil edilmesi yüzünden ülkeyi ve milleti baskıcılıktan kurtaramadığımız
tarihî olaylar ile delil müsbit olduğundan herhâlde bu temsil hakkını olabildiğince
çok insandan oluşan ve vekillik süresini az bir kurulla temsil etmek ve ortaya
çıkarmak, bence tek çözümdü. Ülke içinde ve millet içinde önce ve sonra
yapmış olduğum araştırmalar ve incelemeler de bana bu düşüncenin
uygulanmasında büyük imkânlar ve isabetler olduğu kanısını vermiştir.
Herhâlde halkımızı yönetim ile yakından
ilgilenmek, yani yönetimi doğrudan doğruya halkın eline verebilecek bir yönetim
şeklini kurmak hem millî hakimiyetin gerçek olarak temsili ve hem de bu sayede
halkın benliğini anlaması bakımından gerekliydi. İşte bu düşüncelerin, bu
araştırmaların esin kaynağı olarak proje yapılmıştı. Halkçılık teşkilatı en
ufak daireye kadar yayıldığında elde edilecek sonucun daha büyük ve verimli
olacağına kuşku yoktur. Ülke ve milletin içinde bulunduğu güçlükleri ve savaş
hâlini de düşünürsek Meclis’in çalışmalarının sonucunu ve oradaki
başarılarını takdir etmemek imkânsızdır.
Misak-ı Millî, barış yapmak için en
akıllıca ve asgari şartlarımızı içeren bir programdır. Barışa ulaşmak için
toplatacağımız ilkeleri içerir. Ancak ülke ve milleti kurtarmak için barış yapmak
yeterli değildir. Milletin gerçek kurtuluşu için yapılacak çalışma ondan sonra başlayacaktır.
Barıştan sonraki çalışmada başarılı olabilmek, milletin bağımsızlığının
korunmasına bağlıdır. Misak-ı Millî’nin amacı onu sağlamaktır. Ülke ve milletin
geleceğinden asıl emin olabilmesi, bir defa halkçılık temeline dayanan yönetim
teşkilatının tümüyle yayılması ve biçimlendirilmesi ve uygulanmasıyla
birlikte ekonomik durumumuzun millî refahımızı sağlayacak tarzda iyileştirilme
ve canlandırılmasına bağlıdır.
Bu gerçeklikleri millî iman tanıyarak
koruyabilecek bir toplantı kurulu olabilmemiz için de eğitimimizi tamamen uygulanabilir
ve gerçek ihtiyacımıza uygun bir program çerçevesinde canlandırmak gerekir. Bu
noktalarda başarı ile ülke bayındır hale getirilecek ve millet zenginleştirilebilecektir.
Küçük bir program kadrosu söylemek
gerekirse; Teşkilât baştan sona kadar halk teşkilâtı olacaktır. Genel yönetimi
halkın eline vereceğiz. Bu toplantı kurulunda hak sahibi olmak, herkesin gayret
içinde olması kuralına dayanacaktır. Millet, hak sahibi olmak için çalışacaktır.
Düzeltilecek şeyler ekonomi ve
eğitimdir. Böylece ülke bayındır hale getirilecek, millet refah sahibi
olacaktır. Hiçbir millet ve ülkeye karşı saldırı düşüncesi beslemeyiz. Ancak
varlığımızı korumak ve bağımsızlık için bir de ülkemizin bu dediğimiz alanda
gönül rahatlığı ve sonsuz inançla çalışarak refahlı ve mutlu olmasını sağlamak
için her zaman ülke ve milletimizi savunmaya gücü yetecek bir orduya sahip
olmak idealimizdir.
Yönetim Kurulumuzda tüm bu ilkelerin
korunması tabiî. Buna göre hükûmet, doğrudan doğruya Büyük Millet
Meclisi’nin kendisidir. Böyle yönetim işlerini ülkede yapacak olan bir kurulun,
türlü düşünce ve inançlar çevresinde toplanmış partilerden çok, ortak temel
noktalara saygı gösteren kaynaşmış ve dayanışmacı bir kurul olması istenmeye
değerdir. Ancak toplantı esaslarımızın kaynağı olan millete şimdilik hayat ve
gerçek mutluluklarını üstüne alan kamuoyunu kapsayacak bir biçimde belirsiz
olduğundan, bundan yararlanarak kendi düşünce ve inançlarının yerindeliği
düşüncesinde direnecek bazı insanların yine bazı kimseleri kendi görüşlerine
bağlaması ve sonuç olarak parti hâlinde kuruluşlar oluşturmanın olabilirliği
yüksektir.
Buna karşılık bazı özel inanışların
varlığı, belki de düşüncelerin çarpışması için yararlı olabilir. Ancak eskisi
gibi millet ve ülkeden kaynak ve dayanak noktası almayan ve onun gerçek
çıkarlarıyla hiç ilişkisi olmayacak şekilde ya sadece teorik veya duygusal ve
şahsî programlar çevresinde parti kurmaya kalkışacak insanların milletçe iyi
kabul edileceğini sanmıyorum.
Benim tüm düzenleme ve uygulamalarda
davranış kuralı olarak esas saydığım bir şey vardır: O da oluşturulan kurum ve
kuruluşların kişiyle değil, gerçekle sürdürülebildiğidir. Bundan dolayı
herhangi bir program filânın programı olarak değil, fakat milletin ve ülkenin ihtiyacına
cevap verecek düşünceleri ve önlemleri içermesiyle değerli ve saygın
olabilir.
Misak-ı Millî çerçevesinde varlığımızı
sağladıktan sonra gürültü çıkarıp bozgunculuk ve kötülük edecek ve toprak
genişletmek düşüncesinde bulunacak adamlar ortaya çıkamaz. Bence buna imkân
yoktur.
Vakit: 10.01.1922, s.1
İtilâf Devletleri’nin Türkiye İle Yunanistan Anlaşmasında
(İtilafında) Aracılıkları 23 Ocak 1922
Petit Parisien Muhabirine demeç (Vakit)
“Devletlerin gönderdikleri notada,
Türkiye ve Yunanistan temsilcilerinin anlaşmak üzere toplanmak zorunda
olduklarını haber veriyorlar ve bu toplantıda hazır bulunmak için İstanbul’daki
temsilcilerine yetki vermeye hazır olduklarını bildiriyorlar. Barış şartlarının
bir açıklama yazısını içeren son notalarında da, adı geçen önerileri
başlangıçta düşmanların, sonra da dünya kamuoyunun dikkatine sunduklarını
yazıyorlar. Şu durumda devletler burada bile görünüşte tarafsız görünmek
istiyorlar.
Sorunları yalnız Yunanistan ile mi
görüşeceğiz?
O hâlde Yunanlılara söylenecek yalnız
iki kelimemiz vardır ki birincisi; Ele geçirdikleri topraklarımızı hemen
bırakmaya çağrıdır.
İkinci kelime de bu yayılma sırasında
yaptıkları aşırı yıkımın tamiri isteğidir.
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Üçüncü Toplanma Yılını
Açarken 1 Mart 1922
Efendiler! Yüzyıllardan beri
milletimizi yöneten hükûmetler, eğitimi genelleştirme dileğini
belirtmişlerdir. Ancak bu dileklerine ulaşmak için Doğu ve Batıyı taklit
etmekten kurtulamadıklarından, sonuç milletin cahillikten kurtulamamasına neden
olmuştur. Bu üzüntü verici gerçek karşısında bizim uygulamak zorunda
olduğumuz eğitim siyasetimizin ana hatları şöyle olmalıdır: Demiştim ki, bu
memleketin gerçek sahibi ve sosyal yapımızın ana unsuru köylüdür. İşte bu köylüdür ki,
bugüne kadar eğitim nurundan yoksun bırakılmıştır. Bundan dolayı, bizim
uygulayacağımız eğitim siyasetinin temeli, ilk önce var olan cehaleti yok
etmektir. Ayrıntıya girmekten çekinerek bu düşüncelerimi birkaç kelime ile
açıklamak için diyebilirim ki, genel olarak bütün köylüye okumak, yazmak ve
vatanını, milletini, dinini, dünyasını tanıtacak kadar coğrafya, tarih, din ve
ahlâk ile ilgili bilgiler vermek ve dört işlemi öğretmek eğitim programımızın ilk
amacıdır.
Efendiler! Bu amaca kavuşmak tarihî
eğitimimizde kutsal bir aşama oluşturmaktadır.
Bir yandan cahilliğin kaldırılması ile
uğraşırken; diğer yandan da memleket çocuklarını sosyal hayat ve ekonomide
fiilen etkili ve yararlı kılabilmek için gereken basit bilgileri uygulamalı bir
biçimde vermek yöntemi, eğitimimizin temelini oluşturmalıdır.
Efendiler! Medenî ve çağdaş bir sosyal
topluluğun bilim ve kültür yolunda yalnız bu kadarla yetinmeyeceği
şüphesizdir.
Milletimizin zekâsının gelişmesi ve
böylece uygun olan medeniyet seviyesine ulaşması, doğal ortak bu yüce
görevleri yürütecek elemanları yetiştirmekle ve millî kültürümüzü
yüceltmekle olabilir.
Bu, ilk ve son iki eğitim aşaması
arasında, orta eğitimin gerekliliği vardır. Orta eğitimin amacı, ülkenin
ihtiyaç duyduğu çeşitli hizmet ve sanat elemanlarını yetiştirmek ve yüksek
eğitime aday hazırlamaktır.
Orta eğitimde de eğitim ve öğretim
yöntemlerinin pratik ve uygulamalı olması temeline uymak şarttır.
Kadınlarımızın da aynı öğretim aşamalarından geçerek, yetişmelerine önem
verilecektir.
Millî Eğitim Bakanlığımız, 1921 yılında
eğitim durumumuzu bu görüşe göre yönlendirmek için çalışmıştır. Bakanlık,
girişimleri ve gelecek uygulamalarına temel olacak programları hazırlayıp,
Yüce Meclisiniz’e sundukça bunların açıkladığım görüşe uygun olarak,
kanunlaşıp yürürlüğe konacağı konusunda ümidim tamdır.
Efendiler! Yetişecek çocuklarımıza ve
gençlerimize, görecekleri eğitim sınırı ne olursa olsun, en önce ve her şeyden
önce Türkiye’nin bağımsızlığı için kendi benliğine ve millî geleneklerimize
düşman olan bütün unsurlarla mücadele etmek gereği öğretilmelidir.
Milletlerarası dünyanın bugünkü
durumuna göre, böyle bir savaşın gerektirdiği mücadele ruhunu taşımayan
insanlara ve bu nitelikteki insanlardan kurulu topluluklara hayat ve
bağımsızlık hakkı yoktur.
Saltanatın Yıkıldığına Dair Verilen Karar Sebebiyle
1 Kasım 1922
Efendiler! Osmanlı Devleti ki, (699) da
kurulmuştu, hilâfeti aldığı (924) tarihinden ancak elli sene sonrasına kadar
dünya tarihinde yükselme devri denilen ve devamlı üstün başarılarla dolu
olan yaklaşık üç asırlık bir devir yaşadı... Ondan sonra Efendiler, çöküş
başlıyor.
Efendiler! Çöküş devrinin her aşaması
Türkiye Devleti’nin sınırlarını biraz daha darlaştırıyor. Türk milletinin
maddî ve manevî kuvvetlerini biraz daha fazla eksiltiyor, devletin
bağımsızlığını yaralıyor, servet toprağı, nüfus ve millet şerefi hızla
tükenip yok oluyor.
Sonunda Âl-i Osman’ın 36’ncı ve sonuncu
padişahı Vahidettin’in saltanat devrinde Türk milleti, en derin esaret
çukurunun önüne getiriliyor. Binlerce seneden beri bağımsızlık kavramının
gerçek simgesi olan Türk milleti bir tekme ile bu çukurun içine yuvarlanmak
isteniyor... Fakat bu tekmeyi vurdurmak için bir alçak, şuursuz, anlayışsız bir
hain gerekti.
Nasıl ki, kanunen idamı gerekenlerin
bile ipini çekmek için insanın kalp ve vicdan yüceliğinden soyutlanmış bir
yaratık aranır. İdam hükmünü verenlerin böyle âdi bir araca ihtiyaçları
vardır. O kim olabilir?
Türkiye Devleti’nin istiklâline son
veren, Türkiye halkının hayatını, namusunu, şerefini yok eden, Türkiye’nin
idam kararını ayağa kalkarak ve bütün varlığıyla kabul etmek eğiliminde kim
olabilir?
(Vahidettin, Vahidettin! Sesleri,
gürültüler).
Yazık ki bu, milletin hükümdar diye,
sultan diye, padişah diye, hâlife diye başında bulundurduğu Vahidettin...
(Allah kahretsin! Sesleri). Vahidettin, bu alçakça hareketiyle yalnız kendinin
hak ettiği bir uygulamayı kabul etmiş olmaktan başka bir şey yapmış olmadı.....
İzmir’de Hükûmet Konağında
27 Ocak 1923
Efendiler! Bir millet, bir memleket
için kurtuluş ve başarı istiyorsak; bunu yalnız bir şahıstan hiçbir zaman
istememeliyiz. Herhangi bir şahsın başarısı demek o milletin başarısı demektir.
Bir milletin başarısı demek mutlaka milli genel kuvvetlerin bir yönde
yoğunlaşmasıyla, oluşmasıyla mümkündür. Bundan dolayı bilelim ki,
ulaştığımız başarı milletin kuvvetler birliği yapmasından, işbirliği
yapmasından ileri gelmiştir. Eğer aynı başarıları ve zaferleri gelecekte
taçlandırmak istiyorsak, aynı temele dayanalım ve aynı biçimde yürüyelim.
Çünkü başarı ancak bu biçimde kazanılabilir.
İzmir’de Halk ile Konuşma
31 Ocak 1923
Yaratıcı güç insanları iki cins olarak
yaratmıştır. Bunlar birbirleri için gereklidir. Hazret-i Âdem’le Hazret-i
Havva’nın nasıl yaratıldığına ait görüşler birbirine uymaz, bunlardan söz
etmeyeceğim. Ondan sonraki devirlerden başlayacağım. Şuna inanmak gerekir ki,
dünya yüzünde gördüğümüz her şey kadının eseridir. Nitekim hepimiz
padişahlar hakkında hayali görüşler besliyorduk, bunlar annelerimizin verdiği
yanlış bilgilendirmelerin sonucu idi. Bir toplum, cinsinden yalnız birinin
zamanın gereklerini kazanmasıyla yetinirse o toplum yarıdan fazla eksiklik
içinde kalır. Bir millet, gelişmek ve medenileşmek isterse özellikle bu noktayı
temel olarak kabul etmek mecburiyetindedir. Bizim toplumumuzun başarısızlığının
nedeni, kadınlarımıza karşı gösterdiğimiz ilgisizlik ve kusurdan doğmaktadır. İnsanlar
dünyaya haklarında belirlenenleri yaşamak için gelmişlerdir. Yaşamak demek;
faaliyet demektir. Bundan dolayı bir toplumun bir organı harekette bulunurken
diğer organı duruyorsa o toplum felç olmuştur. Bir toplumun hayatta çalışması
ve başarılı olması için çalışmanın ve başarılı
olabilmenin bağlı olduğu bütün
nedenleri ve şartları kabul etmesi gerekir. Bundan dolayı bizim toplumumuz için
ilim ve fen gerekli ise bunları aynı derecede hem erkek ve hem de
kadınlarımızın kazanmaları gerekir. Bilinir ki, her alan ve aşamada olduğu gibi
hayatın da görev paylaşımı vardır. Bu genel görevlerin paylaşımı arasında,
kadınlar kendilerine ait olan görevleri yapacakları gibi aynı zamanda toplumun
refahı, mutluluğu için gerekli olan bütün işlere de gireceklerdir. Kadının ev
görevleri en ufak ve önemsiz görevidir.
Kadının en büyük görevi analıktır.
İlk terbiye verilen yerin ana kucağı olduğu düşünülürse bu görevin önemi
hakkıyla anlaşılır. Milletimiz kuvvetli bir millet olmaya karar vermiştir.
Bugünün gereklerinden biri de kadınlarımızın her konuda yükselmelerini sağlamaktır.
Bundan dolayı kadınlarımız da bilgin ve ilme açık olacaklar ve erkeklerin
geçtikleri bütün öğrenim derecelerinden geçeceklerdir. Sonra kadınlar sosyal
hayatta erkeklerle beraber yürüyerek birbirinin yardımcısı ve destekçisi
olacaklardır.
Hâkimiyet-i Millîye, 2 Ocak 1923
Azınlıklara gelince, bu konuda değişim
sorununu öngörmüştük. Diğer devletlerin delegeleri de bu ortamda bizim
düşüncemizi izlemişler ve onaylamışlardır. Ancak bir arabozuculuk ve hiyanet
ocağı bulunan, ülkede arabozuculuk ve anlaşmazlık tohumları saçan, Hıristiyan
hemşehrilerimizin rahatı ve refahı içinde uğursuzluk ve yıkım nedeni olan Rum
patrikhanesini artık topraklarımız üzerinde bırakamayız. Bu tehlikeli kuruluşu
ülkemizde tutmaya bizi zorlamak için ne gibi nedenler gösterilebilir?
Türkiye’nin Rum Patrikhanesi için toprakları üzerinde bir sığınacak yer
göstermeğe ne mecburiyeti var? Bu arabozuculuk ocağının gerçek yeri
Yunanistan’da değil midir?
İstanbul Gazeteleri Temsilcilerine16 Ocak 1923
Yeni Türkiye Devleti savaşçı bir
devlet olmayacaktır.
Fakat yeni Türkiye Devleti bir ekonomi
devleti olacaktır. Bu devleti en kuvvetli temeller üzerinde çok az zamanda
kurmak hususunda Japonlar’dan az yetenekli olmadığını gerçekten ispat
edecektir.
Hindistan ile Avrupa arasındaki ekonomi
yollarını, Süveyş’ten Boğazlar ve Kafkasya’dan geçen yolları elinde
bulundurmakla ancak hayatla ilgili kabiliyetinin korunmuş olacağını sanan eski
Osmanlı İmparatorluğu ile bu yolları terketmiş olan ve hayatla ilgili
yeteneğini göstermek ve ispat etmek için bu yollara ihtiyacı olmadığını
bildiren yeni Türkiye arasındaki farkı, hayat yeteneği olgunlaşma farkını
görmek için dünya çok zaman beklemede bırakılmayacaktır.
Bu saydığım ekonomi ve sanayi
girişimleri içinde söz ettiğim şirketlerin, milli istiklâl ve hâkimiyetimize
saygılı milletlerin güven içinde hükümetimizle ilişkiler kurmaları ve
kanunlarımız dairesinde anlaşmaları ile faaliyete geçebileceklerini söylemeye
gerek yoktur.
Gerçekten memleketimizi az bir zamanda
bayındır yapmak için milletimizin yetersiz sermayesi karşısında dışarının
sermayesinden araçlarından, bilgisinden yararlanmak gerçek çıkarlarımız
gereğindendir. Hükümetimiz, açıklanmasına gerek olmayan vazgeçilmez
ilkelerine saygı gösterecek olan her devlet ve millete karşı bu konuda güven
ve samimiyetle yaklaşacaktır.
İzmit’te Halk ile Konuşma 18 Ocak 1923
Türkiye Büyük Millet Meclisi,
Halifenin değildir ve olamaz. Türkiye Büyük Millet Meclisi yalnız ve yalnız
milletindir. Milletin seçtiği vekillerden oluşur. Bu meclis yalnız ve yalnız
milletin emrine itaat etmek zorundadır. İsmi ve makamı ne olursa olsun millet,
bu hakkını bir kişiye veremez.
Bursa’da Şark Sinemasında Halkla Konuşma 22 Ocak 1923
Milletimiz, üç buçuk senelik bir
zamana sıkıştırılamayacak çok büyük bir inkılâbı yapmıştır. Gerçekten
asırlardan beri uymaya alıştığımız bir idare şeklinin dışına çıkarak dünyada
eşi bulunmayan bir devlet kurduk. Fakat bu yenilenmenin mutlaka ters bir
hareketi gerektirdiğini hatırımızdan çıkarmamak gerekir.
Bu harekete özel deyimiyle “irtica”
derler. Yaptığımız işler ve aldığımız sonuçlara göre bu gibi gerilemeler her
zaman beklenilebilir. Kan ile yapılan inkılâplar daha sağlam olur, kansız
inkılâp sonsuzlaştırılamaz. Fakat biz, bu inkılâba ulaşmak için gereği kadar kan
döktük. Bu kanlarımız, yalnız savaş meydanlarında değil, aynı zamanda
memleketin içinde de döküldü. Biliyorsunuz ki Hendek’te, Bolu’da, Konya’da,
Yozgat’ta ve diğer memleketlerimizde birçok isyanlar meydana geldi. Ve bunların
hepsi bastırıldı. Gönül isterdi ki, bu dökülen kanlar yeterli gelsin ve
bundan sonra kan dökülmesin. Mutlu inkılâbımızın karşısında fikir ve duygu
taşıyanları aydınlatmak ve uyarmak aydınlara düşen milli görevlerinin en
önemlisi ve en birincisidir.
Türkiye İktisat Kongresi’ni Açış Söylevi İzmir
17 Şubat 1923
Efendiler, tarih., milletlerin
yükselme ve düşmesi sebeplerini ararken birçok siyasî, askerî, sosyal
nedenler bulmakta ve saymaktadır. Şüphe yok, bütün bu nedenler, sosyal
olaylarda etkilidir. Fakat bir milletin doğrudan doğruya hayatıyla,
yükselmesiyle, düşmesiyle ilgili ve ilişkili olan milletin ekonomisidir.
Tarihin ve tecrübenin belirlediği bu gerçek, bizim millî hayatımızda ve millî
tarihimizde de tamamen görülmüştür.
....................
Arkadaşlar, şahsî saltanatta her konuya
tac sahiplerinin arzusu, iradesi ve amacı hâkimdir. Söz konusu olan yalnız
odur. Milletin amaçları, arzuları, ihtiyaçları söz konusu olmaktan çok uzaktır.
Bütün millet istekleri ve dileklerini bırakmış bulunuyordu. Çünkü tac
sahipleri kendilerini Allah tarafından gönderilmiş bir kişi sayarlardı. Bir de
onların etrafını alan çıkarcılar vardı. Onlar da padişahların fikirleri ve
anlayışları ile dolu olarak ve padişahın bu arzusunu bir kutsal ve bir Kur’an
gereği gibi herkese kabul ettirirlerdi. Bu gayet koyu ve sürekli etkilemeler
karşısında gerçekten bir gün bütün halk bu arzu ve iradelerin yapılması
gereken ve kayıtsız şartsız gereken kutsal emirler gibi olduğuna inanmış
olurlardı. Böyle idare ve hâkimiyete rıza gösteren bir milletin sonu elbette
felâkettir, elbette uğursuzluktur.
Arkadaşlar! Son anlattığım noktada
artık Osmanlı Devleti gerçekte ve fiili olarak bağımsızlıktan mahrum bir duruma
getirilmişti. Gerçekten bir devlet ki, kendi halkına koyduğu bir vergiyi
yabancılara koyamaz. Gümrük uygulamalarını, vergilerini memleketin ve
milletin ihtiyaçlarına göre düzenlemekten yasaklıdır. Ve bir devlet ki, fazla
olarak yabancılar üzerinde yargı hakkını uygulamaktan mahrumdur. Böyle bir
devlete elbette bağımsız denilemez. Devletin ve milletin hayatına yapılan
müdahaleler yalnız bu kadar değil, daha fazla idi.
Doğrudan doğruya milletin hayatını
devam ettirmesi için gerekli olanlardan, örneğin tren yapmak için, örneğin
fabrika yapmak için, örneğin her şey yapmak için devlet serbest değildi.
Mutlaka dışarıdan karışmalar vardı.
Bundan dolayı hayatını sürdürmekten alıkoyulan bir devlet bağımsız olabilir
mi? Söylediğim gibi gerçekte devlet, istiklâlini çoktan kaybetmişti ve Osmanlı
ülkesi yabancıların serbest bir sömürgesinden başka bir şey değildi ve
Osmanlı halkı içindeki Türk milleti de tamamen esir bir duruma getirilmişti.
Bu sonuç söylediğim gibi milletin kendi iradesine ve kendi hâkimiyetine sahip
bulunamamasından ve bu irade ve hâkimiyetin şunun bunun elinde kullanıla gelmiş
olmasından ileri geliyor.
.........................
Siyasî, askerî zaferler ne kadar
büyük olursa olsunlar, iktisadi zaferler ile taçlandırılamazlarsa meydana
gelen zaferler devamlı olamaz, az zamanda söner. Bu bakımdan en kuvvetli ve parlak
zaferimizin bile sağlayabildiği ve daha sağlayabileceği yararlı kazançları
belirlemek için ekonomimizin, iktisadî hâkimiyetimizin sağlanması ve
sağlamlaştırılması ve genişletilmesi gerekir.
Muallimler Birliği Kongresi Üyelerine 25 Ağustos 1924
Öğretmenler!
Erkek ve kız çocuklarımızın, aynı
şekilde bütün ilim derecelerindeki öğrenim ve eğitimlerinin uygulamalı olması
önemlidir. Memleket çocuğu, her öğrenim derecesinde ekonomik hayatta istekli,
eser sahibi ve başarılı olacak şekilde donanımlı olmalıdır. Millî ahlâkımız,
uygar ilkelerle ve hür düşüncelerle arttırılmalıdır. Bu çok önemlidir,
özellikle dikkatinizi çekerim. Göz korkutma ilkesine dayanan ahlâk, bir erdem
olmadığı gibi güvene de uygun değildir
..........................
Arkadaşlar, yeni Türkiye’nin birkaç
yıla sığdırdığı askerî, siyasî, idariî inkılâplar sizin, saygıdeğer
öğretmenler, sosyal ve fikrî inkılâptaki başarılarınızla desteklenecektir.
Hiçbir zaman hatırlarınızdan çıkmasın ki, “Cumhuriyet sizden fikri hür,
vicdanı hür, irfanı hür nesiller ister.”
Kastamonu’da İkinci Konuşma 30 Ağustos 1925
....................
Var olan tarikatların amacı kendilerine
bağlı olan kimseleri dünyada ve manevi olan hayatta mutluluk sahibi yapmaktan
başka ne olabilir? Bugün ilmin, fennin, bütün kapsamı ile medeniyetin ışığı
karşısında filan veya falan şeyhin uyarmasıyla maddî ve manevi mutluluğu
arayacak kadar ilkel insanların Türkiye medeni toplumunda varlığını asla kabul
etmiyorum.
Efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki,
Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz.
En doğru, en gerçek yol, medeniyet yoludur.
Medeniyetin gerektirdiğini yapmak insan
olmak için yeterlidir. Tarikat reisleri bu dediğim gerçeği bütün açıklığıyla
anlayacak ve kendiliklerinden hemen tekkelerini kapatacak, müritlerinin artık
erginliğe ulaştıklarını elbette kabul edeceklerdir.
.......................
Bazı yerlerde kadınlar görüyorum ki,
başına bir bez veya bir peştemal veya buna benzer bir şeyler atarak yüzünü
gözünü gizler ve yanından geçen erkeklere karşı ya arkasını çevirir veya yere
oturarak yumulur. Bu davranışın anlam ve işareti nedir? Efendiler, medeni bir
millet anası, millet kızı bu garip şekle, bu ilkel duruma girer mi? Bu durum
milleti çok gülünç gösteren bir görüntüdür. Derhal düzeltilmesi
gereklidir.
Bu söyleşimin eksik olduğunu biliyorum. Tamamlamak için son
sözü yine ona bırakacağım.
Ey Türk Gençliği!
Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk
Cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir.
Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne
temeli budur. Bu temel, senin, en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi, seni bu
hazineden mahrum etmek isteyecek, dahilî ve haricî bedhahların olacaktır. Bir
gün, İstiklâl ve Cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak
için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şerâitini düşünmeyeceksin! Bu imkân
ve şerâit, çok nâmüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklâl ve
Cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir
galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün
kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış
ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şerâitten
daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip
olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hattâ bu
iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit
edebilirler. Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir.
Ey Türk istikbalinin evlâdı! İşte, bu
ahval ve şerâit içinde dahi, vazifen; Türk İstiklâl ve Cumhuriyetini
kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!
Sene 1927 ne denli isabetli bir tespit.